bir kürt , bir ermeni , bir arap bir gün beraber güneşe yolculuğa çıkarsa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘son kırk gün içerisinde sanırım ankara’ya beş kez , antakya’ya da bir kez gittim.. gittim derken yol yaptım aynı zamanda.. kahrımı çeken ve servis , bakım , yağ mağ nedir bilmeyen gariban arabama binip bu yolları gittim geldim..

beni bilen bilir uçağa binmem.. deniz aşırı ülkelere gidilmek zorunda kalınsa mesela küba’ya , amerika’ya filan ben yine uçağa binmem.. dünya yarılsa gene binmem uçağa , yarığın içine atarım kendimi.. işim olmaz o borunun içine kendimi emanet etmeye..

ha şimdi bana hepiniz istatistiksel rakamlarla karayollarının havayollarından ne kadar fazla tehlikeli olduğunu anlatmaya kalkmayın.. biliyorum , kabul.. ama yine de içimdeki uçak korkusunu kimse bu beylik laflar ve istatistiklerle yenemez.. psikolog , psikiyatrist , ilaç , sakinleştirici , tedavi , alkol alarak uçağa binme , terapi vs bunlar da boş iş.. binmem kardeşim..

neyse işte ben arabamla devamlı yollardayım bu yüzden günlerdir.. binlerce kilometreyi hiç üşenmem gider gelirim.. ve tek başıma kullanırım arabayı , benim olduğum arabayı bir iki kişi dışında başka kimse de kullanamaz.. bu kadar da takıntılıyım işte takıntı derseniz buna.. bu yüzden çoğu zaman tek tabanca direksiyonun başında urfa’ya , hatay’a , sinop’a , samsun’a vs her yere az gitmedim.. zaten etrafımdaki herkes 0 derece direksiyon kabiliyetli.. 30’undan sonra şoför olmuş çoğu.. işim olmaz , korkarım kardeşim binmem.. ama sorsan hepsi şimdi usta şoför.. külahhhhhhhhhhhhhhhıma anlatın babam..

neyse ‘babam’ dedim asıl konuya geçeyim şimdi.. işte bu ankara’ya gidiş geliş seferlerimden birinde ‘nazmi kırık’ kardeşim de benimle gelmek istedi.. hay hay ve de memnuniyetle , benim için büyük bir onurdu bu : nazmi’yle yolculuk..

 ‘güneşe yolculuk’ta olduğu gibi güneşin doğduğu yöne doğru nazmi’yle bir yolculuk..

hayal bile edemeyeceğim bir güzellik bu.. nazmi’yle bir gün öncesinden kararlaştırdık ne zaman gideceğimizi ve nerede bulaşacağımızı..

sabah beşte alacağımı söylediğim nazmi’yi cehennem-i-stanbulun en büyük sorunlarından birisi olan park sorunu yüzünden yarım saat geç almaya gittim.. çünkü yaratığın teki arabasını öyle bir park etmişti ki benim ‘dana sürüsü’ büyüklüğündeki arabamla park yerinden çıkmak için –onyüzmilyonmilyar- filan kez manevra yapmak zorunda kaldım.. nihayet kan ter içinde otoparktan çıkıp nazmi’yi alacağım noktaya geldiğimde bir baktım nazmi’nin yanında bir misafir arkadaşı var.. arabaya aldığımda sabahın körü olmasına rağmen neşe saçıyorlardı.. nazmi beni hemen tanıştırdı : mari esgici..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çok memnun oldum.. mari’yi tanıyan zaten bilir anlatmaya gerek yok , en sert yapılı ve korunaklı insanı bile yarım saatte çözer ve sıcak dostluğuyla sizi sarıp sarmalar.. neyse bu bende pek geçerli olmadı çünkü gün içinde beni ankara’da bekleyen stresli iş yüzünden ve az önce otoparkta yaşadığım stres yüzünden hayli gerilmiş olan bana , mari kardeşim hemen yaklaşamadı ve duvarlarımı yıkamadı..

yola koyulduk.. ben hemen attım bir patti smith ve jefforson airplane karışığı.. sert bir giriş yaptık yolculuğa..

 ‘otoban’ denilen ama zırt pırt yol çalışmalarıyla bölünen ve aydınlatmaları dandik olan yola girer girmez nazmi uyuma pozisyonu aldı ve uyudu on saniye içinde.. şaştım kaldım.. mari ise arkada yeni yeni doğmaya çalışan güneşin ışıklarıyla kitap okur gibi yaparak benim şoförlüğüme alışmaya ve güvenmeye çalışıyordu.. ama arabanın ibresinin daha otobana girer girmez 180’e dayanmasıyla mari elinde kitapla ama gözler hem yola hem ibreye takıldı kaldı..

sessizce başlayan yolculuğun birinci saatinde nazmi gerinerek gözlerini açtı ‘bolu tüneli’ni geçtik mi’ diye sordu.. hayır dedim.. tüneli merak ediyordu , henüz görmemişti tüneli.. o sırada mari daha da ilginç bir şey söyledi : otobanı ilk kez görüyordu ve ilk defa karayoluyla buradan yolculuk yapıyordu.. işte devamlı uçağa binmenin zararları.. doğanın güzelliklerini , etrafı izleyemiyorsunuz uçakta.. sadece gökyüzü , sadece bulutlar vs vs..

nazmi’nin uyanma arasında dedim ki nazmi’yi uyutmayayım.. ‘nazmi bak aynı güneşe yolculuk’taki gibi yolculuk yapıyoruz la seninle’ dedim.. güneş gözlerimizi kamaştırıyordu o sırada sabahın ilk ışıklarıyla..  nazmi o müthiş gülümsemesiyle ‘evet ya hakikaten aynen filmdeki gibi’ dedi ve küt tekrar yattı..

biz mari ile şaşkın bakıyoruz birbirimize ama nazmi rüyalarda.. ha uyumadan da tembih etti , ‘mutlaka tünelde uyandırın göreyim’ dedi.. ama kıyamadım nazmi’yi uyandırmaya tüneli geçerken.. öyle güzel uyuyordu ki.. dünyada en çok saygı duyduğum şey ‘uyumak..’ çünkü hiç beceremediğim olay.. yıllardır uykusuzlukla verdiğim savaşlar hep hüsranla sonuçlandı.. o yüzden uyuyanlara büyük saygı duyuyorum ve itiraf edeyim kıskanıyorum..

ama işin komiği tüneli geçtik , beş dakika sonra nazmi kendisi uyandı.. ‘daha var mı tünele’ diye sordu.. mari ile gülmekten kırıldık.. ‘beş dakika önce geçtik’ dedim.. ‘niye uyandırmadınız’ diye sitem etti ama sonra tekrar uyuma pozisyonu aldı..

yol boyunca ümo efendi zırt pırt aradı.. tabi beni aramıyordu benim telefonu açmayacağımı adı gibi biliyordu.. bana mari’nin yada nazmi’nin telefonlarından bağırıp duruyordu ‘120’yi geçme lan geçme lan’ diye.. tabi tabi geçmedim.. 120’nin altına inmedim ümo merak etme..

nazmi uyurken mari ile sohbete devam ettik.. ha mari artık o sıralarda benim araba kullanışıma kendini alıştırmıştı.. kendisinden bahsetti , bol bol fıkralar anlattı.. çok zor bir işi vardı.. beyoğlu istiklal’de güzel bir restoranı varmış , ismi ‘mekan..’ ‘yıllardır orada çok sevdiğimiz müşterilerimize hizmet veriyoruz , güzel yemekler ikram ediyoruz’ dedi.. menüleri oldukça genişti.. etnik ve yöresel tatlarda vardı.. ve bir restoran filan işletmenin ne kadar zor olduğunu o anlattıkça daha iyi anladım.. ‘bazen uykusuz üç dört gün çalışıyorum’ diyince direksiyonu bırakıp ona faltaşı gibi açılmış gözlerimle dönüp bakmak istedim ama bu işi onlara kıyamadığım için aynadan bakarak yaptım.. özel hayat , tatil , dinlenme diye bir şey yokmuş yaklaşık on senedir.. gülümseyerek  ‘ama ben işimi seviyorum ve hiç şikayetçi değilim bundan’ dedi.. bana bir iş gününün nasıl geçtiğini anlattı.. gerçekten zevkli , eğlenceli bir iş gibi görünüyor ama çok da yorucu olduğu ortada..

neyse biz böyle sohbet ederken mola yeri-m-e geldik.. bolu dağlarının arasında kaybolmuş cankurtaran mevkiindeki küçük bir gölün yanındaki dinlenme tesisleri.. nazmi’yi uyandırdık yavaşça.. dedik ‘şoför uyan..’ koptu gülmekten.. hem mari hem de nazmi gölden habersizdi.. özellikle kış aylarında hava karlıyken o muhteşem manzarada mola vermek çok güzel oluyordu.. donmuş göle karşı , karlar içindeki çam ağaçlarına karşı kahvaltı ya da yemek yemek.. cennette yemek.. ha kahvaltı ve yemekler on numara değil ama o manzara hepsini nefis kılıyor bir anda.. hele yazın istanbul elli derecelerde kavrulurken orada mola verdiğinizde üşüyüp arabalara koşup üzerinize bir şeyler almak istemeniz ayrı bir güzelliği o tesisin..

indik , tesisin içine girdik ve manzara..  nazmi ile mari ‘harika’ diye sevindiler.. sonra güzel bir kahvaltı.. kahvaltıda sohbet peh peh.. saatler geçiyor biz daldık sohbete.. bir mari anlatıyor , bir nazmi , bir ben alıyorum sazı elime , anlattıkça anlatıyoruz..

sonra saatin farkına varınca hemen ikiledik arabaya doğru..

ve yarım saat sonra ankara’dayız.. ankara’yı da hiç sevemedim.. galiba büyük şehirlere karşı hep bir antipati var bende.. ısınamıyorum , sevemiyorum.. ne istanbul , ne izmir , ne de ankara.. sevemedim kara şehirlerim sizi..

ankara’ya girince herkes kendi işinin peşine koşturacaktı.. önce mari’yi kızılay’a bırakmamız gerekecekti.. yüz milyon kez gelip kaybolacağım ankara’da yine kayboldum.. binlerce şelale , saçma sapan kavşaklar yapan belediyemiz nedense yaklaşma tabelası diye bir şeyden habersiz ve olan tabelalar da o kadar saçma yerlerde ve o kadar ufak ki.. sanki ankara’da sadece ankaralılar dolaşıyor hep.. her gidişimde kayboluyorum ve her kayboluşumda sevgili büyükşehrimizin belediyesinin büyüklerine saygılarımı sunuyorum..

mari’yi kızılay’a atana kadar bir saat döndük durduk çankaya ulus arasında. mari’nin işi önemliydi ve üzücüydü.. bir çocukluk arkadaşının cenazesine katılacaktı.. trafik kazasında kaybetmişti arkadaşını.. mari’yi kızılay meydanında indirdik , sonra nazmi’yle otopark aramaya karar verdik.. çünkü otoparka arabayı bırakırsak taksi ya da metroyla filan daha rahat hareket edecek ve işlerimizi daha çabuk yapacaktık..

evet otopark bulduk fakat tam bir buçuk saat sonra ve de tesadüf eseri bulduk..

arabayı bıraktıktan sonra nazmi’yle helalleşerek ayrıldık.. ne olur ne olmaz büyük şehir sonuçta.. ay şimdi bile kasıklarım patlarcasına gülüyorum.. düşünün ciddi işler için ankara’ya gelmiş iki kişi kızılay civarlarında caddede birbirlerine anlamsız şekilde devamlı gülümseyerek bir şeyler  anlatıp birbirlerine sarılarak ayrılıyorlar.. ‘la iki saat sonra görüşeceğiz..’ ama ne yapalım ankara bizi korkutuyor.. neyse nazmi içişleri bakanlığına doğru ben de kendi işime doğru yola koyulduk..

benim işim her zaman ki gibi aksi mecralara sapıp ters yüz oldu.. ama tam umutsuzluğa kapılmışken işim çözülüverdi göklerden uzanan bir elin sayesinde ve halledince işimi neşem yerine geldi..

nazmi ve mari ile buluşmama daha çok vardı.. ankara’da ki sevgili abim , adam gibi adam kasım abimi arayayım dedim.. aradım , ‘hemen yanıma gel’ dedi.. ne demek zevkle.. sonra yolda tekrar haberleştik ,  ankara barosunun yeni binası önünde buluştuk.. vakit öğleyi bulmuştu ve ben acıkmıştım.. beni ankara barosunun sanırım 14 katlı binasının terasına çıkardı.. çok güzel bir tesis vardı terasta.. daha önce mutlu bir olayın kutlamasını yaptığımızdan orayı biliyordum.. terasa çıkınca işimin de hallolmasının rahatlığıyla tam neşem yerine geldi.. kasım abiyle güzel bir sohbet sonrası güzel bir yemek yedik.. ah ulen dedim bir duble rakı atsam mı o manzarada.. ama tekrar yüce prensiplerimin ağırlığı altında vazgeçtim.. içkiliyken araba kullanmam , kullandırtmam.. ‘halo’ da hastadır bu prensibime ve bu yüzden , sadece bu yüzden beni sevdiğini itiraf etti bir kere..

kasım abiyle ankara manzarası karşısında sohbet ederken nazmi babayı aradım , mariyi arayamadım çünkü telefonunu almayı akıl edememiştim.. meğerse o beni aramış defalarca ve ben ‘tanımadığım numarayı açmama saçmalığımla’ açmamışım.. görünce bana bir yağdı mari , bir kızdı anlatamam.. ama kızma sebebi telefonu açmamam değildi , bana güzel bir kebap yedirmek istiyormuş.. onun için kızıyordu.. mari’yi cenazeden sonra arkadaşları ankara kalesindeki güzel bir restorana götürmüşler ve orada çok güzel bir kebap yemiş.. bana da paket yaptırmak için sormak istiyormuş.. ama benim müthiş telefon kullanma yetenek ve prensiplerim yüzünden kebaptan oldum..

nazmi’yi aradım ‘nerdesin nazmi babam’ dedim.. karşıdan gülerek bir cevap geldi , ‘ atatürk orman çiftliğinde çimlere uzanmış durumdayım’ dedi.. güldüm ben de.. ‘la ne yapıyorsun orada’ dedim.. o da ‘hayvanları izliyorum’ diyince ben o yorgunluk ve neşemle birlikte patlattım cümleyi : ‘kızılay’a yanıma gelseydin ya hayvan görmek istiyorsan , bana bakardın bol bol , o kadar uzağa gitmene ne gerek vardı.. dünyanın en ilginç hayvanı olan ben hep yanındaydım ya’ diyince nazmi telefonda koptu gitti gülmekten.. ‘geliyorum , yarım saate kadar kızılay’da sakarya caddesindeyim beni orada bekleyin’ dedi..

neyse biz kasım abiyle güle konuşa sakarya caddesine doğru gittik.. caddenin bir ucundaki kafeye oturup beklemeye başladık.. nazmi aradı , mari’yi de almış geliyorlarmış , yerimizi nazmi’ye tarif ettik.. sakarya’nın iki ucundan birindeki şu mekandayız dedik ve start aldık.. nazmi’yle birbirimizi bulma maceramız başladı.. biz dört kişi –ankarabilmezler- olarak tam bir saat boyunca sakarya caddesi ve etrafında birbirimizi aradık.. kasım abinin sinirleri bozuldu , sanırım içinden ‘bu istanbullular o koskoca istanbul’da nasıl yaşıyorlar ve kaybolmuyorlar’ diyordu.. o her zaman yüzünde olan gülümsemesi bile gitti kasım abinin.. en son aradığımda nazmi’ye dedim ki ‘polisten yardım isteyelim la.. kaybolduk diyelim’ dedim.. nazmi’yle ben gene telefonda kahkahaları patlatıyoruz.. dedim ‘olmazsa behzat ç.’yi arayalım şimdi bizi birbirimize kavuşturur hemen.. ama neredeeeeeeeeeeee..’

döndük durduk.. en son karar verdik bir grup duracak diğeri o grubu arayacaktı.. kasım abiyle ben sabit durduk ve beklemeye başladık.. yanımızdaki binaları tarif ettik ve yarım saat kadar sonra mari ve nazmi ‘ufuktan bir güneş gibi doğarak’ ve gülerek geldiler.. hasretle kucaklaştık kahkahalarla.. nihayet birbirimizi bulmuştuk.. neredeyse ağlayacaktık ama gülmekten.. kasım abimiz de ‘o anda oh be kabus bitti’ diyordu eminim.. onları kasım abiyle tanıştırdıktan sonra gittik bir kafenin ağaçları arasındaki bahçesine sığındık.. çay , kahve dondurma vs derken sohbet sohbeti açtı ve kasım abiden müsaade isteyip , abbas yolcu dedik.. tabi yola çıkmadan ankara simidi depolamamak olmaz.. hastasıyım ankara simidinin.. sabahın köründe gelişlerimde ankara’ya , güvenpark’ta tek başıma buz gibi kesen ayazda oturup buharları tüten simitlerden abartısız dört beş tane yiyip bol şekerli çaylardan hüplettiğim çok oldu.. işte yine gittim 15 tane simidi aldım.. zaten yolda yarısını nazmi’yle beraber götürürdük ve götürdük de..

simit stoğumuzu yaptıktan sonra çıktık tekrar yola.. kakara kikiri ,  bol muhabbet , bol siyaset , bol fıkra , bol kahkaha yol aldık.. işin ilginci şuydu nazmi hiç uyumuyordu.. ha olmadı mı uyuma teşebbüsleri oldu , anında uyarısını aldı ve kahkahaya devam etti..

bir ara öyle olmuştu ki bir nazmi fıkra anlatıyordu , bir mari.. artık benim ağız ve yüz kaslarım gülemiyordu çünkü gülmekten felç geçirmiştim..

bazen de özelikle mari’nin bizlere anlattığı bazı anıları hepimizi hüzünlendirdi , derin derin düşünmeye sevk etti.. hele hele anlattıklarından ‘haram kemik’ anısı beni yıktı geçirdi.. küfür ettim tüm düşmanlıklara , yobazlıklara.. bu anısı şöyleydi..  mari nohut tozunu çok severmiş çocukken. 5-6 yaşlarındaymış.. dedesiyle çarşıya gider , nohut tozu alırmış.. bilenler bilir diyarbakır’da çocuklar arasında nohut tozu çok makbuldür , çok sevilir.. mari de güzel , şirin bir çocukmuş.. yeşil gözlü , beyaz tenli.. ‘çok severlerdi beni çarşıda alışveriş edenler..’ diyor anlatırken.. bir gün komşularından bir amca mari’yi dedesiyle görüp , sevmiş.. sonra kendisini seven amca hemen ‘eh ben bir abdest tazeleyeyim.. ne de olsa haram kemik’ diyince dedesinin yıkıldığını hatırlıyor o küçücük mari.. dedesi çok üzülmüş , akşam babasına anlatmış ve ‘demek bizi haram görüyorlar hala.. anlamıyorlar bizlerin de insan olduğumuzu..’ demiş.. mari ‘biz haram kemiktik onlar için. dedemin üzüntüsünü hep gözlerimin önünde , hep hatırlarım’ dedi.. gözlerim doldu bunu dinleyince , yıkıldım.. toplumdaki saçma sapan düşmanlıklar , öfke ve kin tohumları ne derin yaralar  açmıştı içimizde.. ne kapanmaz görünen yaralar.. ama kardeşliği yürütmenin projelere , planlara , yasalara ihtiyacı yoktu ki.. demokrasi , ileri demokrasi değil el ele tutuşmak gerek.. karşılıksız , şartsız el ele tutuşmak.. tek çare bu.. geçmişi , yaralarımızı yüzlerimize vurmadan sarılarak birbirimize , kucaklaşmak tek çare..

herkesin mari ve nazmi gibi birer yüreği olsa keşke dedim içimden.. hele mari.. o devamlı gülen yüzüyle ve o sıcak kalbiyle dünyaya iki gün değil , bir saatte barışı getirir ve tüm düşmanlıkları , hasetlikleri , kavgaları ortadan kaldırırdı.. bundan adım gibi eminim..

dönüş yolumuzda üç saatte tamamlanınca sohbetin sonu geliyordu yavaş yavaş.. mari’yi o yorgunluğuna rağmen restoranına bırakmamız  gerekiyordu çünkü o , gece iki üçe kadar çalışacaktı ‘mekan’ında.. ‘mutlaka bekliyorum’ dedi ayrılırken bana.. ve kaç gün , kaç hafta geçti ben hala ‘mekan’a gidemedim.. buradan mari esgici kardeşimden özürler diliyorum ve o sevmediğim istiklal caddesine her gelişimde sana uğrayacağım kardeşim diyorum.. gerçi ben ve nazmi’yi bir arada ağırlamak biraz zor , tehlikeli ve külfetlidir ama neyse.. tabi bu işin şakası.. mari’nin kocaman bir yüreği var.. içinde dünyanın en büyük acılarına rağmen umutla inadına barışı , kardeşliği ve sevgiyi yaşatıyor..

işte biz üç kardeş ; bir arap , bir kürt ve bir ermeni bir arabanın içinde 24 saatte güneşin peşinde bu maceraları yaşadık.. hem güldük hem hüzünlendik..

yüzümüz güneşe doğruydu hep..

hep güneşe doğru yolculuk yaptık.. sabah doğan güneşin , akşam batan güneşin peşinde koştuk..

ve kardeşçe güneşin doğuşunu batışını birlikte izleyen bir dünya hayaliyle birbirimizden o günlük ayrıldık..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.